EV İÇİ İKTİDAR

Ve direniş mücadelemiz…

Discovery Channel’ın tüm dünya üzerinde yaptığı bir araştırmanın Türkiye sonuçları çok ilgimi çekti. Türkiye’de aile yapısı (genel olarak) babaerkil gibi görünse de, toplumsal çoğunluk anaerkil aile yapısı içinde büyüdüğümüzü gösteriyormuş. Yani yıllar sonra dahi kadınların, “erkeğin sözü geçer” MİŞ gibi yapıp, kendi bildiğini uyguladığı sistem “Elif’in kağnısı” döneminden beri varlığını devam ettiriyor. Oysa biz, çevirmeli telefonları, telgrafı, bigudiyi, Pilavcı pasajından takı almayı bırakalı çok uzun zaman oldu. Ancak “MIŞ” gibi yapan anne modeli değişmedi demek ki…

 

Buna şaşmamdaki sebep öyle bir anneyle yetişmemem sanırım. Babam son derece babaerkil bir adam olduğu halde annem aynı derecede anaerkil olmayı ve bunu da saklamadan yapmayı başardı, başarıyor. Muhtemelen bende ara ara “Kuzeyden şiddetli esen lodos” bundan kaynaklanıyor. Bir ev düşünün ki herkes diva, herkes star, herkes Korgeneral.. Er yok!

 

Pardon… Er; kardeşim ve bendik…

 

Zaman zaman hastalık derecesinde adalet dükünü olduğumu yazıyorum. Bir durum bana “ama bu haksızlık” gibi geliyorsa gerçekten önce üst beyin kontrolünü yitiriyor derken alt beyin “bekleme dal” sinyali yolluyor ve kendimi saçma sapan bir kavganın ortasında buluyorum. Muhtemelen arkasında Discovery Channel’ın teşhislediği aile yapısının aksi bir ortamda büyümem yatıyor. Çünkü bizde adalet –babam avukat olduğu halde- annem tarafından ve ilginç şekillerde sağlanmaktaydı.

 

İlkokul döneminde Şişli’de bir pasajdan alınmış, kulak üzerleri ince kafanın tam tepesine denk gelen kısım kalın beyaz saç tacım benim için çok kıymetliydi. Saçlarım başak rengiydi, annem her yaz papatya suyuyla ıslattığı  saçlarımı güneşin altında tarayarak kurutarak saçlarımda altın sarısı gölgeler oluştururdu. Ve ben bu beyaz tacın saçlarımda çok güzel durduğunu düşünürdüm. Bir gün okuldan döndüğümde kız kardeşim tacımı ödünç almak istedi ben de inat ettim vermiyorum.

 

Annem: Ver kardeşin taksın biraz

Ben: Hayır!

Annem: Ama o küçük, ver tacını taksın biraz hevesini alsın!

Ben: HA-YIR! Benim tacım ben takıyorum o kendi tacını taksın!

Annem: Seninkine heves etti demek ki, ver kardeşin taksın, geri verir tekrar!

Ben: O da beyaz aldırsaydı baba ne!

Annem: Ver bakim şu tacı bana ÇTTOONNKKKK! (annem tacı ortadan ikiye kırar) HAH! Oldu mu şimdi? Şimdi ikinizde takmıyorsunuz!

Ben: ………

 

Buradan çıkan ders normal bir çocuk için; “kardeşimle eşyalarımı paylaşmayı öğrenmemde fayda var” olurdu. Ben seloteyple tacımı tamir etmeye çalışırken “bir dahaki sefere tacını ver dediğinde ben kendim kırıp öyle vericem”  diye düşünüyordum… Hani eskilerin “iflah olmaz bu!” dedikleri model böyle bir şeydi sanırım…

 

Hem anne hem de babanızın diktatör olduğu bir evde ya teslim olursunuz ya da kendi direnişinizi başlatırsınız. Ben direnişe geçtim ve sonuçlarına katladım…

 

Eskiden anneler eve plastik çiçekler koyarlardı. Gerçek çiçek görünümlü bu plastik çiçekler halı ve perdelerin renklerine uyumlu olacak şekilde özenle seçilir ve orta sehpanın üzerindeki vazoya yerleştirilirdi. Anneler bu çiçekleri düzenli olarak küvette yıkayıp temiz tutarlardı. Bizdeki çiçekler uzun saplıydı. Saplar yeşil lastikti ve içlerinden eğilip bükülebilen bir tel geçerdi. Böylece anneler çiçekleri vazoda istedikleri gibi sağa sola bükerek tanzim edebilirlerdi.

 

Annemi gerçekten çok sinirlendirdiğim bir gün salonun ortasında durdu. Önce ayağından Ceyo’sunu çıkardı. Ben gözlerimi kısıp pozisyon aldım. Annem bir an durdu. Sanırım son birkaç ayki denemelerini ve benim havada uçan Ceyo’yu takip edip bana gelmeden kaçma konusunda ne kadar ustalaştığımı düşündü. Neredeyse Matrix’deki Neo gibi olmuştum. Ajan annem terliği fırlattığı anda olan biteni neredeyse ağır çekim takip edip, havayı yararak bana doğru gelen “sağ tek” den –neredeyse- dizlerimi kırıp arkama doğru yatarak kaçabiliyordum… Annem terliğini geri giyip “silah tercihini” değiştirdi. Bir şövalye edasıyla, kılıçlardan kılıç beğenir gibi, ellerini çiçeklerin arasında gezdirmeye başladı. Benim için doğru sap olduğunu düşündüğü bir tanesini diğer çiçeklerin arasından çekip çıkarttı. Kız çocuğu olduğum için seçtiği çiçeğin pembe olması pedagojide son nokta olmalıydı. Ancak “annenin vurduğu yerde gül biter” den kasıt bu değildi sanırım…

 

Uzun saplı gülü görünce Neo’dan Kunta Kinte’ye dönüşmem (gençler anlamayacak bu analojiyi) nasıl açıklanır bilmiyorum ama tuvalete saklanmak üzere kaçarken kahkahalarla güldüğümü hatırlıyorum. Annemin yaratıcılığına hayran kalmıştım…

 

Mobilyalar değişirken dahi çocukların fikirlerinin alındığı son derece demokratik bir evden bahsediyoruz bu arada. Tam bir kavramlar ve sosyal yapı karmaşası anlayacağınız… Odamızın duvarlarına yazı yazmamız serbestti çünkü yaratıcı taraflarımız desteklenirdi ama masada yemek yerken kambur oturmamız yasaktı. Kız kardeşim annemin cüzdanındaki paraları balkondan aşağıya atarak güvercinleri beslediğini düşünürdü. Ben balkondan aşağıya oklava, yemek tabağı ve top attığım için, sokaktan hiç tanımadığımız insanlar evimize şikayete gelirdi…

 

Anaerkil sisteme yaptığım en büyük pislik görüşmek istemediği için davetine gitmediği arkadaşı ertesi gün bize geldiğinde yaşandı. Kadın anneme “Aaa niye gelmedin aşk olsun” yaparken annem türlü çeşit bahaneler uyduruyordu. Ben çocuk boy, plaj tipi sallanan sandalyemi sürüyerek salonun ortasına getirdim. Sekiz bilemedin dokuz yaşlarımdaydım. Kolumun altında bir Gırdır bir de Çarşaf dergisiyle sandalyeme kuruldum ve;

 

“Yoo annemin işi yoktu seni sevmediği için gelmedi!” dedim.

 

İşin ürkünç tarafı böyle söylerken cidden sisteme direnmek gibi bir maksadım yoktu. Bunu net bir şekilde söylemek o an bana dünyanın en normal ve anlaşılır şeyi gibi gelmişti. Hatta anneme yardım ettiğimi bile düşünüyordum. Çünkü böylece kadın annemi tekrar tekrar çağırarak aynı sıkıntıyı tekrar tekrar yaşamasına sebep olmayacaktı.

 

Kadın gittikten sonra annem; “doğruyu söylemek ile öküzlük yapmak” arasındaki ince çizgiyi bana orta sehpadaki plastik çiçeklerden yaptığı bir sunumla anlattı.

 

Görsel zekası ağırlıklı çalışan bir çocuk için bu kadar “dokunsal” eğitim ne ölçüde iş gördü bilmiyorum.

 

Ama kendi tecrübelerime dayanarak “çift patronlu” evlerde daha yaratıcı çocukların yetiştiğini söyleyebilirim…