Kehanet Gerçek Oldu!

Erkeklerin üreme ve işeme prosesinde kullandıkları organlarıyla özel bir ilişkileri olduğunu anladığımda ilkokul 4 ya da 5. sınıftaydım. Annemin çoğu zaman bana dediği gibi; “Senin aklın yok mu?” dediğim sınıf arkadaşım ağzından leblebi tozu püskürterek “Vaaar” deyip kel alaka bir bölgeyi işaret ettiğinde durdum… Ve her normal çocuk gibi “ehihehehi” deyip gülerek kaçmak yerine (o zamanlardan belliymiş garip bir insan olacağım) “Oğlanların leblebi tozu yemesi engellenmeli” diye düşünmüştüm.

Yıllar sonra bir oğlum oldu. Şükürler olsun ki leblebi tozu yemiyor ve beyni olması gereken yerde. Ancak sünnet olması gerektiğinden onun üreme ve işeme prosesinde kullanacağı organı haliyle benim meselem haline geldi ki tutucu ve mesafeli bir kadın olduğum söylenebilir. Ancak oğlum ve gelecekteki eşinin mutluluğu için yapamayacağım şey yok. Yani sözün özü, mümkün olsa gidip Dr. Ben Carson’ı (Amerika’nın ünlü beyin cerrahlarından kendisi) alıp gelicem ve bu esnada da Dr. Sanjay Gupta (bir başka ünlü cerrah) dan da kirve olmasını istiycem, o haldeyim.

Birkaç kaşık sakinleştirici şurup ve nefes egzersizlerinin ardından kendimi (oğlumu demek istiyorum) Türk ürolojisine emanet etmeye karar verdim. Hastane, gaz, sterilizasyon, lokal enjeksiyon, ameliyathane şeklinde (ve asla lazerle değil eski usul) olaya girdim. Maksat çocuk mümkün olduğunca travma yaşamasın, kıpırdamadığı için doktor rahat çalışsın. Öyle de oldu ama hastane ile aramda çeşitli sıkıntılar da yaşanmadı değil.

Benim her gittiğim ortamda bir felaket yaşamak gibi bir durumum var. Gelir en olmayacak iş beni bulur. Bir çeşit lanet diyebiliriz. Bu kez laneti kendimden uzak tutmak için insanüstü çaba harcadım ama…

Hemşire: Tamam, alalım şimdi Atahan’ı yatağıyla beraber. Aşağısı hazır, hadi bakalım Atahancım gidiyoruz.

Ben: Ben de geliyorum aşağıya, beraber gidiyoruz bebeğim, aşağıda bekliycez seni babayla.

Hemşire 2: Sizi şu tarafa alalım, sedye sizi sıkıştırmasın. Kulak burun boğaz hastası dimi?

Ben: Kim?

Hemşire: Atakan Erol? Bademcik ameliyatı.

Sarhan: !!!!!!

Ben: (Histerik bir şekilde gülerek) Ahaha, ahahaha şaka yapıyosun herhalde?

Hemşire: Bademcik ameliyatı?

Ben: Bugün sizin şanssız gününüz. Siz, ikiniz, ömrünüzün geri kalanında bugünü hep hatırlayacaksınız. “O sarışın kadın” –ki bu ben oluyorum- diyeceksiniz ve gözleriniz buğulanacak. Bu asansöre her hasta bindirdiğinizde aklınıza ben gelicem. Ne zaman hasta kartına baksanız benim yüzüm belirecek.

Sarhan: Tamam, sakin ol!

Ben: Torunlarınız Besmelesiz adımı tekrarlayamayacak. Ya hortlar gelirsem diye korkacaklar. Yıllar sonra bile, yedi ceddiniz anlatacak; “O sarışın kadın” diyecekler ve birden ışıklar sönecek, kapılar pencereler çarpmaya başlayacak!

Odamıza döndük. İlk işim tükenmez kalemle oğlumun elinin üzerine kocaman “SÜNNET” yazmak oldu. Ve hemşireler geri geldi.

Hemşire: Atahancım, hadi canım, gidiyoruz aşağıya.

Ben: Aaa ben bu anı daha önce yaşamıştım sanki. De-ja-vu!

Hemşire: ….

Ben: Atahan bak ablalar geldi. Aşağıya iniyoruz, bize üçüncü bir karaciğer nakledecekler. Ben de o esnada tüm hastane personeline vasektomi yapmayı planlıyorum.

Hemşire: Mehtap hanım bir yanlış….

Ben: Hiç! Hiç konuşma! Her an alnına neşterle MEHTAP yazabilirim. “Yanlışlıkla”

Atahan içerde bir yarım saat kaldıktan sonra doktorumuz gelip her şeyin yolunda olduğunu söyledi. Atahan uyanma odasında bekliyormuş. 20 dakika sonra hala oğlum yok. Ameliyathanenin kapısında bir numara ve dahili telefon var. İçerden bilgi almak için. Benden başkası kullanamıyor tabi…

Ben: Oğlum uyandı mı?

Hemşire: Uyandı evet Mehtap hanım.

Ben: Neden dışarı gelmiyor o halde?

Hemşire: Çünkü uyanma odasında.

Ben: Uyandıysa niye hala uyanma odasında?

Hemşire: Tetkikleri yapılıyor.

Ben: Tetkik derken?

Hemşire: Tansiyonu ölçülüyor.

Ben: Siz bir tansiyonu kaç dakikada ölçüyorsunuz? 20 mi? Çünkü düşünüyorum oraya patates koysam o da 20 dakikada ölçer o tansiyonu! Senle patates arasındaki on farkı saysak, biri de tansiyon ölçme konusundaki başarı değil diyebilir miyiz?

Hemşire: …..

Ben: Oğlum nerde?

Hemşire: Uyanma odasında.

Ben: Benim senin boğazına sarılıp, sen morarana kadar sıkmamam içim bir sebep ver bana.

Hemşire:

Ben: Oğlum nerde?

Hemşire: Mehtap Hanım…

Ben: Oğlum nerde?

Biliyorsunuz “uyanma odası” denen kısma kimseyi almıyorlar. Hijyen, sterilizasyon, bırt, cırt!

Hemşire: Mehtap hanım tetkikleri yapılıyor, Atahan gayet iyi, lütfen sakin olun.

Ben: Şimdi 10’a kadar sayıyorum. Ya oğlum dışarı geliyor, ya ben içeri geliyorum ya da bu hastaneyi ameliyathanelerden başlayarak tutuşturuyorum. Beni tanımıyorsun, yaparım!

6 dediğimde içerdeydim. Bir “uyanma odası dolusu insan” korkulu gözlerle bana bakıyordu. Atahan’ın yattığı sedyenin başına doğru koşarken arkamdan “manyaklıklarımdan dolayı” özür dileyen kocamın iniltilerini şöyle böyle hatırlıyorum. Atahan orada yatıyor ve ben koşuyorum aklımdaki sahne bu.

Atahan: Anne?

Ben: Oğlum.

Atahan: Bitti mi sünnet?

Ben: Bitti bebeğim.

Atahan: Lego alıcaksın dimi? Korsanlı? Hak ettim dimi?

Hastanede topu topu yarım gün kaldık. Yalnız bizden çok memnun kalmış olmalılar ki, yani yeter ki taburcu olalım diye neredeyse helikopterle göndereceklerdi bizi. Bir ara “Neden bu komposto soğuk?” dedim ve anında önümde başka iki ayrı çeşit komposto, domates çorbası ve tuhaf yeşil bir sıvı daha belirdi. Alice Harikalar Diyarı gibiydi her şey ve ben –yani kötü kalpli kraliçe- krallığımı ilan etmiş durumdaydım. Yani desem ki “İçimden geldi şöyle bir karnımı gerin hazır gelmişken” bırakın benden para almayı yani “Sırf sizi değil, ailenizdeki herkesi ücretsiz gerelim” diyecekler. Yeter ki taburcu olalım….

En son hastane müdürü geldi odamıza.

Müdür: Mehtap Hanım sizinle imza onay kağıtları hakkında konuşabilir miyiz iki dakika?

Ben: Nedir?

Müdür: Mehtap Hanım bu kağıtların hepsine notlar düşmüşsünüz ve şunu onaylıyorum bunu onaylamıyorum şeklinde yazılar yazmışsınız. Bakın burada biz size yarım sayfa kağıt vermişiz siz iki sayfa yazıp, imzalayıp geri yollamışsınız?

Ben: Siz bana “ameliyattan” -ki sünnet- doğacak riskleri yazmışsınız. “Baştan bil sonra arıza verme” kabilinden bir işlem bu. Diyorsunuz ki; “bunlar bunlar bunlar olabilir”. İmzalamamı istiyorsunuz.

Müdür: Bu rutin bir işlem.

Ben: Ben rutin bir kadın değilim. Sadece sizin yazdığınız benim imzaladığım bir dünya yok. Size yazarsanız ben de yazarım -ki ironik olan- ben zaten yazarak kazanıyorum hayatımı. Buna göre; siz “bunlar olabilir” dediğiniz anda ben “olamaz” derim.

Müdür: Mehtap Hanım…

Ben: Şimdi siz bir gusül abdesti alıp iki rekat namaz kılın. Dua edin her şey yolunda gitsin. Yoksa “Müdür bey” geri gelirim…

Oğlum sünnet oldu. Her şey yolunda. Herkes derin bir oh çekti. Hastanede kontrolün ardından, doktorumuz bizi yolcu ederken, annesiyle beklemekte olan huysuz ve ters bir kız çocuğu yanımıza geldi.

Kız: Aaaaa elindeki ne?

Atahan: Lego, korsanlı.

Kız: Hıh! Benim de var, barbi lego, daha güzel.

Atahan: Barbi lego kızlar için.

Kız: Bu annen mi?

Ben: Bu? Evet tatlım annesiyim.

Kız: Sana sormadım, oğluna sordum!

Atahan: Evet anne bana sordu sen sus!

Doktorumuz güldü sanki. Hemşireler de…

Çok emin değilim…

Gözlerim kararmış bir an…