Bu haftaki yazım HAYATIMIN BİR KISMI KAYIP
Ve geçen haftaki yazım;
BENİM FİLMLERİM
Ödüllü yazı…
Film konusunda hemcinslerimden az bir şey farklı bir zevkim var. Belki de kocamla iyi arkadaş olabilmemizin sebebi de bu, bilemiyorum. Ama film eleştirmeni olmadığım halde (belki de istersem çekebileceğime inandığım için eleştirmen değilim!), izlediğim bir film hakkında çok net fikir sunarım. Hatta hasta ederim herkesi ama düşündüğümü söylerim.
Benim genç kızlık dönemime denk gelen, “Pretty Woman” türü filmlerden hep nefret ettim. Bir türlü bana ulaşmadı o hikâye. Kadın (Julia Roberts) telekız. Adam (Richard Gere) zengin bir iş adamı. Kadını bir geceliğine kiralayıp, aşık oluyor. Neymiş efendim, diş ipiyle dişlerini temizleyecek kadar “masummuş” aslında!!! Nasıl yani? Yahu kadın para karşılığı erkeklerle yatıyor, diş ipinden masumiyete nasıl ulaştın be adam. Saçma sapan bir film ve bence Richard Gere’de gelmiş geçmiş en itici erkek. Budur!
Bir macera filmi diye başına oturduğum Leon’u ele alalım. Hoşça bir adam olan Jean Reno oynuyor. Yahu film 1994 yapımı hâlâ konuşuluyor, gelmiş geçmiş en iyi kiralık katil filmiymiş. Tamam adam kiralık katil de… Olay, bildiğin pedofili. Ne o dönemde kimse bana 50 yaş üzeri bir adamın 12 yaşında bir kız çocuğuyla yaşadığı “duygusal devinimleri” anlatabildi ne şimdi anlatabilir. Sanatmış! Yerim öyle sanatı ben… Ama millet methiyeler düzüyor, hiç anlamıyorum.
“Le Pacte des loups / Brotherhood Of Wolf”. Türk sinemalarında “Kurtların Kardeşliği” adıyla oynadı. Bence gelmiş geçmiş en başarılı dövüş filmlerindendir ve Fransız sinemasına saygım bu filmle başlamıştır. Bu arada Vincent Cassel ve Mark Dacascos… Yani bir filmde farklı konseptte birbirinden değişik ve yakışıklı iki adam… Ve muazzam dövüşüyorlar… Filmin başında, yağmurlu bir günde açık bir otlakta atla gelen iki yabancı sahnesi var. Üzerlerindeki dönem pardösüleri, yüzlerini burunlarına kadar örtmüş. Dönem şapkaları, başlarını korurken gözlerini saklıyor. Filmi izleyin. Kardeşim, attan bu kadar mı iyi inilir!
Dövüş filmlerinden bahsedip de bir fenomeni atlamak olmaz: ONG BAK (Koruyucu). Aslında film demeyelim belki de çünkü, konu yok. Ancak adamım az buçuk sapık, Quentin Tarantino döktürüyor. Olay Tayland’da geçiyor. Bir çocuk var (Tony Jaa), bu çocuğun bir fili var… Kötü adamlar çocuğun filini çalıyorlar. Bundan sonra filmin sonuna kadar çocuğun farklı mekânlara girip “Filim nerde?” diye sorması, cevap vermeyen insanlar ve çocuğun bu insanları dövmesi şeklinde gelişiyor yani;
Tony Jaa: Filim nerde?
Kötü adamlar: …
Tony Jaa; bilgisayar oyunu müziği eşliğinde dizle, dirsekle adamları perişan ediyor.
Başka bir mekâna geliyor.
Tony Jaa: Filim nerde?
Kötü adamlar: Baba o fil senin miydi? Yedik onu biz.
Tony Jaa, “Nihaaaaa” diyor; oradaki fil ölüsü kemiklerini kollarına bağlayıp, fil kemikleriyle kafa kırıyor… Olayımız bu, ama yani… kardeşim… Gözünü ekrandan ayıramıyorsun izlerken.
Peki dövüş olsun ama biraz mesaj kaygısı da içersin, diyenlere IP MAN diyorum. Her ne kadar tekniğini benimsemesem de (Çin savaş sanatı Wing Chun), Donnie Yen’in oyunculuğu ve verdiği mesaj (onuru için var olmak derdi) cidden güzel.
“Peki derdin ne bu pazartesi filmlerden girdin?” diyenler olabilir. Bir korku filmi seyrettim ki, korku filmleri (eğer cinli şeytanlıysa) bende şöyle etki bırakır:
Gece…
Ben: Sarhan… Sarhan… Sarhan… SAR-HAN!
Sarhan: Ha?? Ne?? N’oldu?
Ben: Uyuyo musun?
Sarhan: Hasta mısın gece gece ya? Ne var?
Ben: Korkuyorum… Bana sarılsana.
3 dakika sonra…
Ben: Ay sıcak oldum, of, çekil…
Sarhan: Allah’ım yarabbim ya! Ne halin varsa gör! Gelsin şeytan çeksin alsın seni bacaklarından sürüyerek yataktan, kurtarırsam adam değilim!
Ben: …
Sarhan: Geri getirir, “Abi ne ettim kurban oluyim al bunu” der!
Ben: Çişim geldi.
Sarhan: Lazımlık mı istiyosun?
Ben: Tuvalete gidicem ama sen uyuma bak! Bak uyuma! Gidip dönücem.
Sarhan: Uyumuyorum.
Ve uyur. Ve kavga ederiz. Bu bir klasik tamam mı sevgili okur ama ben korku filmi seyretmekten vazgeçmem.
Mesela “Stigmata”. Yarabbim ben bunu izleyene kadar (abartıyorsam adam değilim), üç sene kendimi telkin ettim. En sonunda film televizyona geldi ve ben seyrettim ve yine de bir sahne var… Kadın, erkek sesi gibi bir sesle konuşup, “Nome problemo” gibi zannımca İbranice bir şeyler diyor (ya da Latince muhtemelen)… Ben orda var ya, Ayet-el Kürsi’den girip Felak ve Nas’la bağladım perişan oldum.
Böyle durumlarda Müslüman olduğuma çok seviniyorum. Çünkü, bence şeytan bize bulaşamaz. Ama bizi de cinler rahat bırakmıyor. Her dengesiz gibi hem korkup hem kendi kendime sinemada Musallat’ı izlemeye gittiğimde biletçi çocuk; “Sizden başkası yok” dedi. Ve ben üç bilet aldım film başlasın diye (tek kişiye film oynatmıyorlar) ve koca sinemada, tek başıma, Musallat’ı izledim ki gerçekten… Bu işlerden korkan birisinin bunu yapmasını akılla mantıkla açıklayamayız, hiç çabalamayalım.
Son zamanlarda ise ne gerek varsa, “The Devil Inside” filminin kabusunu yaşıyorum. Sadece teaser’ını izlemem yetti, filmi izlemedim ama… Filmin fragmanını Itır ve Meliha’ya gösterdim ve… İçine şeytan kaçmış insan fikri fena bir şey ve beni korkutan, hastane odasında yanına gelen kızına gözlerini kocaman açıp bakan anne görüntüsü… O görüntü, o bakış beni mahvetti çünkü… Bir anne çocuğuna öyle bakıyorsa, gerçekten içine şeytan girmiş demektir… İzlemem birkaç yıl alacaktır bunu da…
Bu arada Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi, “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı izledim. Hem de Türk izleyicisinin, “Camdan dışarı baksam daha fazla eğlenirdim” tadındaki eleştirilerine rağmen.
Bir sahne var. Arabada… Fırat Tanış arkada iki polisin arasında oturuyor. Yolda gidiyorlar. Fırat Tanış uyumakla uyumamak arasında bir yerde… Gözleri dalıyor, başı düşüyor… Kamera yavaş yavaş Fırat Tanış’a odaklanıyor…
“Bir Zamanlar Anadolu’da” hem oyunculuk hem de görsel anlamda bir baş yapıt bence. Keşke daha iyi bir hikâye için çekilseydi. Keşke hikâyenin sonunda “hakikaten ya!” ya da “aaa” yani ne bileyim… Tanıdık veya şaşırtıcı veya çok içsel ya da çok dışsal bir şey, bir şey… Herhangi bir şey alabilseydik…
Film konu hariç her anlamda çok başarılı iken hikâye bende şu hissiyatı bıraktı:
Sarhan: Ne diyosun?
Ben: …… Hiç…
Oysa “İklimler” veya “Üç Maymun” öyle değildi. Bu filmler beni hem görüntü, hem konu, her anlamda etkileyebilmişti (özellikle İklimler), ama bu… Bu, o filmlerden değildi…
Bu hafta canım sinema yazmak istedi. Hadi bu hafta siz de sizi en çok etkileyen, en beğendiğiniz ve beğenmediğiniz filmleri yazın bana.
Bana en sevdiği ve sevmediği filmleri yazan 50. okuruma çok sevdiğim bir filmin DVD’sini hediye ediyorum…
Hadi, bekliyorum…