BEN SUSAYIM

Aziz Nesin konuşsun…

 Pazar akşamı bilgisayarımın başına oturup boş bir word dökümana, “Ne yazsam?” diye bakarken; önce kürtaj hususunu yazayım dedim. Biliyorsunuz Ayşe Arman kendini yırtıyor bir haftadır. Kürtaj olan kadınların yaşadıkları kötü muameleyi anlatıyor. Ben kürtaj mevzusundaki fikrimi daha önce yazmıştım. Benim fikrim ve sizin yorumlarınız burada… O yüzden aynı yere tekrar dönmeye gerek yok, çünkü fikrim değişmedi…

 

Ancak daha önce benim yazılarımı okumayıp, “tayt” yazısıyla beni tanıyıp, sonra nefret objesine dönüştürenler muhtemelen “Ama sen ne kadar rahat vajina yazıyosun yelloz” diye dellenecekler yine! Bu hususa bana “gıcık olmak” henüz moda değilken (yani tayt yazısından önce) değinmiştim. Neden bu kadar rahat konuşuyorum (ya da yazıyorum) konusundaki, “durum açıklaması” ve sizin yorumlarınız ise burada…

 

Kendi gıcıklığıma ve ara ara aldığım eleştirilere dair yazsam… Yaptım onu da… Bir yazımın sonunda, bu mevzudan ve en sevdiğim mizah yazarından bahsetmiştim. O yazı da burada… Yazının sonunda “ortaya not” deyip açıklamışım zaten…

Ne yazıcaz o zaman? Neden yazma değil konuşma diliyle yazdığımı? ….. İyyyy, onu yazı yazmaya ilk başladığım yıllarda, ilk iki kitabımdan çoook önce… 11 yıl kadar önce açıklamıştım… Geçiniz…

Okullarda kıyafet serbestliği, aile içi şiddet, dayak yiyen kadınlar, cezaevleri, damacanaya tecavüz eden adamlar, aldatılmak, yaşlanmak, yaşam, ölüm, seks, iyi kadınlar, kötü kadınlar, iyi adamlar, kötü adamlar, siyaset, politika, filmler, müzik, ev işleri, bakıcı, para, iş hayatı, çalışan anne, çalışmayan anne, evlilik, boşanma, sünnet, düğün, anneler, kayınvalideler, şimdiki eşler, ikinci eşler, boşanılan eşler, ölen ünlüler, bir türlü ölemeyenler…

 

Yıllardır yazı yazıyorum. Yazar olarak, muhabir olarak, gazeteci olarak, iş geliştirme yönetmeni olarak, yayın yönetmeni olarak, konuk yazar olarak, kendi yerimde başkasının yerinde, kitaplarımda, dergilerde, internette, gazetede…. Yıllardır yazıyorum….

Benim yazmadığım bir konu kalmadı…

 

Ancak üç yazım çok okundu (çok derken hani… gerçekten… çookkkk) ve konuşuldu şimdiye kadar bir tanesi burada… Diğerleri burada… Ve burada…

 

O yüzden bu yazımda hiçbir şey yazmayıp, ufak bir muhasebe, bir sonuç ve okuyucu profili analizi yazayım dedim.

 

Muhasebe yukarıda yazıldı… Anlayana…

 

Sonuç ise şu: Ben “arada” olamayan bir yazarım:

 

Okuyucu ya çok seviyor beni ya da nefret ediyor. Arası yok…

 

Beni anlamak için tek yazı yeterli olmuyor, düzenli takip etmeyen bünyelerde kaşıntı ve döküntü yapıyorum, idrarda yeşerme de mümkün…

 

Yaptığımın mizah olduğunu (hiciv, alay, taşlama…) yaklaşık 2 senede bir hatırlatmam gerekebiliyor.

 

14 yıldan fazla zamandır yazı yazıyorum, okurlarımdan gelen her satırı okuyorum ve okur hakkında (kendi okurum hakkında) bir fikir beyan edebilirim rahatlıkla değil mi?

 

Benim bu 14 yıl içinde kemikleşmiş bir okuyucu kitlem var ve bu yaklaşık 1,5 milyon kişi kadar…

 

Bunun 500 bin kadarı bana gıcık ama yine de okuyor.

 

1 milyon kadarı beni gerçekten severek ve yıllardır nerede yazsam orada takip ediyor.

 

Bu okur grubunun yaklaşık 100 kadarı beni hiç görmediği halde cep telefonumu biliyor ve beni arıyor.

 

70 kadarı beni bir kez gördü ve onlar için yeterli oldu.

 

Beni 1 kereden fazla gören okur sayısı 30 kadar ve onlarla durumumuz artık okuyucu yazar ilişkisi değil. Birbirimizin ablası, kardeşi, dostu, dert ortağı sırdaşı olduk.

 

Beni düzenli olarak okuyan kadınlar için şunu söyleyebilirim ve zannederim “yalaka” bir kadın olmadığım artık nettir, gıcık olmayı ve tepki çekmeyi (sevilmemeyi) seviyorum.

 

Ben Larry David gibi olmayı seviyorum. Curb Your Enthusiasm’i hiç izlediniz mi? Final bölümde New York’a taşınan David’i “Mayor” şehirden kovdu yahu… Parkinson hastalığı ile dalga geçti adam o bölümde… O bölümde (adam Parkinson hastalığı ile dalga geçerken) konuk oyuncu Michael J. Fox (Parkinson hastası oyuncu) idi. Larry David Yahudi ve bir çocuğa gamalı haç çizmeyi öğretti…

 

Amerikalılar kendileri ile dalga geçmeyi seviyor ve biliyor…  Bizim aksimize…

 

Neyse diyeceğim şu; beni yıllardır nerede yazarsam yazayım okuyan ve anlayan okuyucu grubuyla ilgili bir “beyan” da bulunurken, “rol modelime” bakan herkes yalakalık yapmayacağımı anlayacaktır.

 

14 yıl sonra buna gerek duymayacağım da herhalde açıktır…

 

Beni anlamak için gerçekten belli bir zeka seviyesinin üzerinde olmak gerekiyor. Ve benim okurum gerçekten zeki.

 

Bana gülebilmek için çok ciddi bir özgüven gerekiyor. Çünkü her şeyle dalga geçiyorum ve bunu kaldırmak özgüven işi. Benim kemikleşmiş okurum, kendisiyle barışık ve kendine güveniyor.

 

Alıngan, zayıf karakterli, özgüvensiz ve dünya mizahını takip etmeyen “okur” benden çok rahatsız olurken, daha fazla okuyan, izleyen, takip eden taraf beni seviyor ve diğer mizah yazarlarından farkımı hemen anlıyor.

 

Benim okurum kendiyle, hayatla, yazıyla, dünyayla barışık. Kafa zehir gibi çalışıyor.

 

Benim okurum asabi. Hızlı sinirleniyorlar. Hızlı bir araya geliyorlar. Organize hareket edebiliyorlar. Çünkü nerede, ne iş yapıyor ve ne yaşıyor olurlarsa olsunlar, zeki olmaları ortak noktaları ve bunun ne kadar önemli ve az bulunur bir şey olduğunun farkındalar.

 

Benim okurum kimsenin okuruna benzemez, çünkü başka türlüler ve benim için bile kelimeler yetersiz bu başkalığı anlatmak için.

 

Dürüst, düzgün, sert, eğlenceli, neşeli, özgüvenli, kimi türbanlı, kimi akşam rakı içip maç izliyor, kimi hayvan seviyor, kimi titizlik hastası ama ortak noktaları belli.

 

Zeki ve delikanlı insanlar…

 

O yüzden benim okurum (hep dediğim gibi, yıllardır dediğim gibi) çok kıymetlidir çok…

 

O yüzden yıllardır yazdığım bir şeyi tekrarlamak istedim bu yazımda (ve yine tekrarlayacağım ileride…)

 

İyi ki varsınız.

 

İyi ki birbirimizi bulduk.

 

Yıllardır yazdığım her yerde beni takip eden siz sevgili okurlarım…

 

Çok kıymetlisiniz çok…

 

Çok seviyorum hepinizi…

 

Beni bir türlü anlayamayan “diğerleri” için söyleyeceğim ise…

 

Ben bir şey demeyeyim, benden kıymetlisi ve eskisi rahmetli Aziz Nesin demiş zaten…

 

Geçiniz…