ŞEHRE DÖNÜŞ

Kısa bir aradan sonra merhaba sevgili okur. Yazarın kısa bir bayram tatili ardından tam kapasite vazifesinin başına geri döndü. Hayata bir miktar daha dahil olduğum bu dönemin ardından elbette gözlemlerim, aklıma takılanlar, gözüme batanlar oldu. Gel b u hafta seninle kısa kısa, birbirimizden ayrıyken dilimin ucundakiler nelerdi bir bakalım…

 

Müfredattan Atatürk’ün çıkarılması.

Bu tip hareketleri sorularla anlamlandırmaya çalışıyorum hep. Bir ülkenin kurucu liderini neden okul müfredatından çıkarmak ister insan? Ne maksatla? Devletin kurucu önderini daha AZ okumanın/tanımanın/öğrenmenin kime ne faydası var? Bu soruların cevabı bizi bir yere ulaştırır ama o ulaştığımız yeri sever miyiz??? Çok sanmam…

 

Ne pahasına olursa olsun söylemek.

İnsanlarla olan ilişkilerde ne pahasına olursa olsun düşündüğümü söylemek. Ben de böyleydim galiba bir zamanlar. Sonra büyüdüm. Büyüyemeyenler çok fena yalnız. Sen bir şey söylüyorsun o söylediğimi hızla geçiştirip kendi söylemek istediğini söylüyor.

 

– sesin kötü geliyor ne oldu?

– kaza yaptım sabah, arabamı çarptım

– ah geçmiş olsun… Okul işini ne yaptınız? Fransızlarla devam mı? Biz Fransızları istemedik.

 

Bana ne kardeşim? Bana ne? Fransa Başkonsolosu muyum ben? Şansölye miyim? Bana ne, doğurduğunla ne yaparsan yap. İstersen götür imam hatip’e yazdır, ister yolla İsviçre’de okut beni hiç ilgilendirmez. Bırak artık bana açıklama yapmayı. Bundan 8 sene önce biz Atahan’ı Fransız okula yazdırdığımızda da herkes “ay biz hiç” falan diyordu, gördük sonra. Görürüz yine.

 

ACI

Herkesin acısını yaşama şekli ayrı. Kimi içinde yaşıyor kimi dışına vuruyor. Öğrendim ki kimsenin kimseye “sen şöyle acı, böyle acıma” demesinin anlamı yok. Herkes nasıl acıyorsa öyle acıyor. Ben de tuhafsıyorum zaman zaman. Niye böyle diyorum mesela. Neden böyle yapıyor? Sonra diyorum ki o da bu şekilde yaşıyor demek ki. Ben acımı çok göstermekten hoşlanmam. Neden böyle bilmiyorum. Bana Benim bu durumum acısını çok gösteren insanlara tuhaf geliyor olmalı. Üzülmedi gibi düşünülebilir zaman zaman. Oysa ilgisi yok, benim kafamın kalbimin içinde bir şeydir acı ve bunu çok söylemek yapabildiğim bir şey değil. Hele sosyal medyadan, yani büyük konuşmayayım, bi gereklilik olmamış çok da tercih etmem. Aksine ben “kuyruğu dik tutma” insanıyım. Üzgünsem de “dışarıya” karşı farklı yansıtmak, dik durmak isteyebilirim. Sizin sosyal medya hesaplarınız ne durumda bilmiyorum. Benim aile ve dostlardan başka okurlar, iş arkadaşları, meslektaşlar, kıskananlar, sevmeyenler, dedikodumu yapanlar… Her tip adam var… Dolayısıyla … Çok da şey yapmamak lazım sanki…

 

ODTÜ Ormanı

Bu coğrafyada insanların “benden değilsen yok ol”, kafasıyla hareket etmeyi bırakacağı konusunda hiç umudum yok. Benim kadınım değilsen öl deyip kadını vuran adamın kafası neyse ODTÜ ormanına kepçeyle giren kafa da aynı. Bu kafanın hayatımızda ne pozisyonda olacağını kestirememek de en korkuncu. Kimi zaman bir kamyon şoförü bazen bir bürokratik yetkili olarak karşımıza çıkabiliyor. Bir gün bu topraklara yeterince sahip çıkamamanın cezasını çekicez biz. Çok geç olacak ama…

 

Yazım dili

Şimdi eski okur şok olacak. Çünkü şaka maka on yılı aşkın zamandır yazılarımı okuyan bir kitle de var burada. “Hala mı?” diyebilirsiniz, ne yazık ki evet hala… Ben yazılarımı konuşma diliyle yazıyorum. Diyalog yazmayı sevdiğimden köşe yazımı da bu tad ile yazıyorum. Yıllardır böyle. Kitaplarım böyle, makalelerim böyle… benim dilim bu, yazı dilim, benim yazı kimliğim böyle… Öleceğim değil “ölücem”, geleceğim değil “gelicem”.  Bana yorum yazan dert görmemesini dilediğim elleriniz kadar biliyorum ben de Türkçe, “raad olun” ama benim yazım dilim bu. Tıpkı bir karikatüristin çizgisi gibi, neden böyle çiziyorsun demek çok ahmakça ya hani, işte o hesap bu da…

 

Yeni öğretim yılı

Pek çok okul açıldı, pek çoğu açılmak üzere. Tüm öğrencilere başarılar diliyorum. Hepsinin aklı, yolu açık olsun. İyi okusunlar, iyi yerlere gelsinler hayatta.

 

Yeni bir kışa hazırsak, hadi başlayalım…