SOLUKSUZ (kısa öykü)

 

Senin kabusunda hoyrat bir çığlık var…Bir mubasır gibi heryerde kulağına yapışıyor…

 

Yılmaz Karakoyunlu

 

***

 

Karanlık…

 

Karanlığı ve öfkesinden böylesine korktuğum bir başka kış hatırlayamıyorum. Yine sıkıntıyla ve ter içinde çırpınarak uyanıyorum bölük pörçük uykumdan. Terden ıslanmış geceliğimin yakasından gelen kesif nem kokusu içimi buruyor, midem bulanıyor. Yıkanmam gerek belki de diye düşünüyorum, ama mümkün değil, bu zavallı kahpe yaşantımda, bir gece yarısı soluksuz uyandığım uykumdan sonra, su dökünmek bile ziyadesiyle avrupai. Hala bu kahrolası kasabada, hala çaresizim…

 

Buz gibi taşlarda ürkmeden ama temkinle ilerleyerek cama yaklaştığımı hayal ediyorum. Nasıl da isterdim kendimi yataktan çıkaracak enerjiyi ayaklarımda hissetmeyi. Belki de mümkün olmayan şeyleri istemeyi çok önce bıraktığım sigaramla birlikte, tozlu dolabımın en üstüne kaldırmalıydım ama o da olmuyor. Yaşadığım herşeye rağmen insan tarafım istemekten ve dilemekten vazgeçmiyor. Hala burada, bu dar ve küf kokan odada, gece yarılarımı avucuna almış acımadan sıkan kabuslarımla, hiç büyüyemeyen bir masal prensesi gibiyim.

 

Eski evlere özgü büyük ve özensiz şekledilmiş camdan odama sinsice sızan sokak tıkırtıları tüylerimi ürpetiyor. Yine gelecekler, bu kez beni de yanlarında götürecekler diye korkuyorum. Kalksam, perdeleri kapasam daha rahat edebilir miyim? Yoksa kendi korkularımda boğulmaktan beni kollayan tek şey, şu berbat kasabanın berbat sokağındaki paslı ve eğri boyunlu lambadan odama süzülen ışık olabilir mi? O ışığı da kestiğim an, ana karnından zamansız sökülüp alınmış bir cenin gibi havasız mı kalırım yoksa? Kasabanın tüm pisliğine rağmen perdelerimi açık tutmak, bunu başarmak beni ölmekten kurtaran belki de yegane şey olabilir mi?

 

“Sadece kahramanlar mı ani karar verir?” Diyorum yüksek sesle kendimden bile utanmadan. Elimi boynumda dolaştırıyorum, hala ıslak, belki de sandığım kadar çok olmadı uyanalı.  Kendi yaşadıklarımın kurgularıyla kasabanın gerçekliği arasında kafam mı karşıyor ne? Ben sanki bir haftadır bu yatağın içinde, yaşamla ölüm arasında gidip gelmekteymişim gibi hissederken, geceliğimin ıslak yakası tüm hoyratlığıyla bana henüz birkaç dakikadır burada olduğumu haykırıyor. Nefes alamıyorum…

 

Hayatımda belki ilk kez, birilerinin tabii ki bu berbat odada değil ama, duyabileceğim kadar yakınımda bir yerlerde dualar okuyor olmasını istiyorum. Birileri benim için umsun, benim için dilesin ve onlar kendileri dışında birisinin iyiliğini istedikleri için yaratan onların dileklerini kabul etsin. Kurtulayım bu kabustan, daha fazla dayanabileceğimi sanmıyorum…

 

Dün gece, yine böyle, aynı bu saatlerde, o da burada, yanı başımda, öfkeli gözlerini bana dikmiş, yapmadığım bunca şeyin, gelmediğim bunca zaman sonra hesabını sorarken, aklımdan geçen belki de tek şey bir an önce İstanbul’a dönmekken, büyük şehrin üzerime yamadığı ve bana pek bir yakışan yalancılığıyla, aslında burada istediğim kadar sık olamamaktan benim ondan daha fazla üzgün olduğumu anlatıyordum.

 

Dün gece bu yatağın yine bu kıyısında ben, diğer kıyısında o, bana ardı ardına sıraladığı sorularının belki de sadece aralarında, o da nefeslenmek için içine çektiği sigarasının dumanını sindirebilmek için dururken, ben onun bir sonraki hamlesini bulmaya çalışıyor ve vereceğim cevapları hazırlıyordum kafamda. Yoktum, ne zamandır gelememiştim, özlemle ve hasretle beklenmiştim. Yokluğumda bu berbat eve benden başka giren çıkan olmuştu elbet. Yüreği bir kuş kadar görünse bile büyük ve aşılamayan bir dağ gibiydi sonuçta. Sevmeye ve sevilmeye kapılarını kapayamayacaktı ben yokum diye, gelmiyorum diye. Böyle tanımlıyordu kendini.

 

“Sen yoksun diye ben sevmekten vazgeçmedim” diyordu “ve sevilebilirliğime inanmaktan. Güçsüz biri gibi göründüğümü biliyorum sana, belkide bu yüzden bana hiç saygı duymadın, giderken ardına bakmadın. Belki de sen yokken burada yok olacağımı umdun bilemiyorum, ama bak işte buradayım, karşındayım. Yok sayarak yok edemeyeceğin pek çok şey gibi, ben de burada, bu beğenmediğin kasabada, yıllardır seninle yüzleşmeyi bekliyorum.”

 

Kendimi zorlukla yataktan dışarı atıyorum. Aldığım ilaçların tesiriyle olacak gözlerimi zorlukla açık tutabiliyorum ama kararlıyım, daha fazla uyumaya çalışmak yok. Bir sefer daha beni boğmaya çalışan yılanlarla, üzerime ateş tüküren farelerle savaşacak gücüm kalmadı. Bir kez daha kan ter içinde uyanıp dışarıdan odama kusan sokak lambasına acı içinde bakakalmak istemiyorum.

 

Topu topu 1 haftadır buradayım ancak sokakların isli kokusu çoktan üzerime, saçlarıma sinmiş halde. Önce buradan sonra kendimden nefret ediyorum. Hala istediğim halde bir sigara yakamamaktan, çok istediğim halde bir otobüse atlayıp dönememekten muzdaribim. Bu yıkılası kasabayı ve bana beni hatırlatan her şeyi kirli çakıllı topraklarına gömüp dönmemek üzere gitmeliyim buradan. Bu son denemeyle iyice anladım ki ben hiçbir zaman buraya ait olmadım ve zaten onlarda hiç aralarına almamışlardı beni…

 

Bana arkasını dönmüş oturuşunu hatırlıyorum, burada bu hiç olmayası odada hayatımın anlamını sorgulamaya çalışmasını ve onu neden istediği gibi sevemediğimi anlamaya çalışmasını ve tüm bu karmaşayı kendinden umulmayacak bir masumiyetle bu birkaç gün içinde çözebileceğini sanmasını hatırlıyorum. Onu kollarından sıkıca tutup sarsarak, ben kendimi bile istediğim gibi sevemedim diye haykırmak istedim. Kendi sahtekarlıklarımdan bile yorgun olduğumu ve onun bu erdemli yaklaşımlarının beni hasta etmekten başka bir şeye yaramadığını bağırmak. Yapmadım, dönmeme sadece birkaç gün kalmıştı ve ben bu iç hesaplaşmalarımızı daha fazla büyütecek her türlü adımdan sakınmakta kararlıydım. Aynı kafama koyduğum ve daha önce de yaptığım gibi onu kendi yokluğuna terk edip bir kere daha gidecektim…

 

O sabah ondan önce uyanıp onu izlemeye başlamıştım bile. Yataktan sükunetle kalkışını, bakmadan ayaklarıyla yoklayarak terliklerini bulmaya çalışmasını, ayakucundan aldığı pikeyle sırtını örtüşünü için için tiksinerek izledim. Odanın içinde geziyor, kahvaltı niyetine atıştıracak bir şeyler arıyor, gözleri hoyratça çantamın yanındaki torbalara takılıyordu. Ağzına bir şeyler atmadan günün ilk sigarasını içemezdi eskiden ve görünene göre hala da öyleydi.

 

Yüzünü bile yıkamadan kendini ve beni dumana boğan bu insanın onu neden sevemediğimi hala bu kadar küstahça sorgulamasına bir kez daha şaşırarak, torbada yiyecek birşey olmadığını söyledim. Cevap bile vermedi, herhalde birşey söylemeyecek diye sevinirken tam “büyük şehirlerde zayıflık önemli tabi” diye dalga geçti benimle. Geldikten bunca gün sonra dahi yanımda yoldan kalma azık olmamasını benim kilomla ilgili hassasiyetlerim olabileceğine bağlayabilecek kadar benimle özgüvenli konuşan bu insana madem onun için önemliydi niye yanında birşeyler o getirmedi diye sormadım. Yapmalıydım belki ama yapmadım. Dediğim gibi, mümkün olduğunca az tartışacak ve sonra yok olacaktım.

 

 

Yaklaşık 3 sigara ve 1 bardaktan sudan sonra kendini banyoya attı. Ben biraz olsun gözümün önünden çekilmiş olmasından kaynaklanan hafif bir rahatlama hisettim karnımda. Israrla yataktan çıkmamaya çalışarak üzerimi onun yokluğunda değişmeye çalışıyordum. Yorgunluktan kaybettiğim kilolarımın sırtımda yarattığı kemiksi görüntüyü görmesine izin vermeyecektim. Bir gün önce de giydiğim çoraplarımı önce koklayıp, bir gün daha giyebileceğime kanaat getirdikten sonra  o ses kulağımı aşıp beynime kurşun gibi saplandı.

 

O ses…

 

Onun düşme sesi…

 

Daha önce defalarca söylememe rağmen yine banyonun kapısını kilitlememiş olmasını şükranla karşıladım bu kez. Yarattığı saçma senaryo için boşuna omuzlarımı çürütmem gerekmeyecekti. Tam bütün gücümle ona dikkat çekmek için artık başka şeyler yapması gerektiğini haykıracağım anda yerde yatmakta olduğunu gördüm. Hiç kıpırdamıyor, gözlerini eski naylon duş perdesindeki bir lekeye dikmiş öyle yatıyordu. Adını seslendim ama cevap vermedi, yanına gidip dokundum, tepki vermiyordu, silkelemeye, yüzünü tokatlamaya başladım, aklımda binlerce düşünce koşuyor ama hiçbiri diğerine yetişip mantıklı bir fikir oluşturamıyordu.

 

Birkaç dakika sonra kabullenmek ve vazgeçmek arasında ıssız bir noktada, durdum. Artık ne ona vuruyor, ne de bağırıyordum. Usulca yerimden doğrulup onu da kaldırmaya çalıştım. İçim acıyor, tüm organlarım yırtılıyor gibi hissediyordum. Onu burada böylece, bu berbat banyoda yerde bırakmamalı, en azından yatağa çıkarmalıydım. En azından bu kadarını yapmalıydım.

 

Nice sonra gelenler bana saatlerce hiç konuşmadan ve kimseye bakmadan sadece oturduğum yerde ağladığımı söylediler. Sanırım ondan sonra bayılmış olmalıyım, çünkü ne bana yapılan iğneyi ne başımızda okunan duaları, ne de onun karnına yerleştirilmiş bıçağın önce yıkanıp yıkanmadığını hatırlıyorum. Kendime geldikten sonra “akrabaları bekleyelim mi?” diye soranlara ilk iş olarak cenazenin kaldırılmasını istediğimi söyledim. Bütün kabalığım ve küstahlığımla, işin “parti” kısmının sonraya bırakılacağını, meftayı burada böyle tutmayacağımzı ilettim. Belki de ne düşündüğüne aldırmam gereken son insanı da kaybetmiştim ne düşüneceğine aldırdığımı gösterecek hiçbirşey yapmadan. Bu beş para etmez köylü kadınlarının arkamdan neler konuşacağı zerre kadar umurumda değildi. Bu kokan kasabada onun ölüsünün de gelenekler uğruna kokmasına izin veremezdim. Usulca onu odadan çıkardılar…

 

Mezarının başında ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum. Sadece arada başımdan kayan örtünün arkamda saf tutmuş mahalle kadınlarınca düzeltildiği ve yanımdaki şeytanın nefret dolu bakışları aklımda. Birşeyler söylemek için fırsatını kolluyor, kinini kusmak için bekliyordu. Düşünüyordum da ne çok beklettim onu…

 

Tekrar odaya döndüğümde içeri benden sonra ilk o girip kapıyı ardından kapattı. Hesaplaşma zamanı gelmişti ve bu kez kaçabileceğim hiçbir yer kalmamıştı. Herşeyi başlatan o kadın tam karşımda bende yarattığı öfkenin sonuçlarını görmezden gelerek beni ne kadar sevmediğini anlatacaktı bana. Seneler sonra ve bir kez daha…

 

 

Benimle işi bittikten sonra, sanırım rahatlamış olmalı ki, omzuna düşen tülbentiyle saçlarını toplayıp, “şimdi git artık” dedi. “Ve bir daha da buralara gelme…” “Yarın sabah gidiyorum” dedim, “erkenden ve merak etme, gelmeyeceğim.”

 

Usulca doğrulduğum yatağıma son bir kez daha ve yine nefretle bakıp, zaten birkaç parça olan eşyalarımı çantama doldurdum. Buralardan bir daha dönmemek üzere ayrılıyor olmak içimi rahatlatıyorsa da yaşadığım vicdan azabı beni sinsice zehirliyordu. Ben daha hamileyken ölen kocamı, kalbi delik doğan kızımı, bunun bende yarattığı hastalıklı sorumluluk duygusunu, ben buna bakamam diye babannesine bırakıp, büyük şehre gidişimi hatırladım.

 

Hiç ilgilenmediğim, sarılıp, koklayıp, sevmediğim o çocuk benim banyomda kalbi durarak ölebilecek kadar büyümüş bunu yapmadan önce de bana herşeyin hesabını soracak kadar da dayanmıştı.

 

Minibüsle terminale ilerlerken etrafa son birkez baktım. Hiçbir zaman hesap veremeyeceğim evlere, hiç sevemediğim sokaklara, bana benzemeyen kadınların yüzlerine.

 

İlk kez bir gidişimin hiç kimseyi incitmediğini düşündüm.

 

Sessizce ağladım…