Sanatçı sarımsak yer mi?

Akbank sanat beyoğlu, 20 aralık tarihine kadar gezilebilecek ilginç bir sergiye ev sahipliği yapıyor (Böyle cümleler kurduğum zaman bileklerimi kesmek istiyorum valla). Serginin adı Metamorfoz. Kastedilen toplumların geçirdiği devasa dönüşüm olup iddia edilen ise sanatçıların içinde yaşadıkları toplumun sarsıntılarını “bir sismograf gibi kaydetmesi” vaziyeti. Beni anlatıyor yani. Ben de çok sanatkâr bir kimse olmamdan dolayı, etrafımda olan biteni bir sismograf gibi kaydediyorum! Bir yazar olarak, yaşadığım dünyadaki değişim ve dönüşümler, ruh dünyamı çok fena etkileyip kalemime ona göre yansıyor falan…

Neyse, mevzu ben değilim o yüzden uzatmayayım, zaten beni sanatçıdan sayan da yok, tepeme kafam kadar “ev kadını” yazdılar, ne yazsam boş, ne kadar “devinsem” nafile bu saatten sonra. Ha, şimdi diyeceksiniz ki gittiğin sergidekiler ne kadar sanatçıydı? Valla bence o kadar da değildi desem…

Sergiyi arkadaşımla gezdik. Gerçekten bir şeyler anlamak, farklı bir şey görmek için gittiğim bir sergiydi ancak;
Zeynep: Bu ne?
Ben: Kuş sanırım.
Zeynep: Nasıl?
Ben: Kartal ya da, bilemedim.
Zeynep: Neyi temsil ediyor yani?
Ben: Valla ben yaparken seni temsil etsin istediydim ama o duyguyu verememişim herhalde.
Zeynep: ????
Ben: Bana ne soruyorsun. Broşürü oku.
Zeynep: Niye getirdin beni buraya?
Ben: Sanat görelim diye.
Zeynep: Nerede sanat?
Ben: Arkadaşım bunlar sanat işte ama ben seni çok septik gördüm bugün. Niye öyle?
Zeynep: Skeptik o, Allah cezanı vermesin. Niye tutuyorlar seni Newsweek’te bilmem.
Ben: Seni tutacaklardı aslında ama kilo sınırı var şekerim.
Zeynep: Hadi ordan!
Sanattan anladığı tek şey yağlı boya tablo olan bir arkadaşla sanat adına kirletilmiş evye projeksiyonu izlemek (çoklu sergi olduğundan farklı sanatçıların farklı yollarla “dışavurumu” söz konusuydu) çok akılcı bir hareket değildi elbette ama insanlardan henüz ümidini kesmemiş bünyem arkadaşına bir şans tanımıştı işte.
Zeynep: Napıyoruz?
Ben: Şunu seyredicez şimdi.
Zeynep: Niye?
Ben: Adam video yapmış işte, bakalım ne yapmış di mi?
Zeynep: Korkuyorum ben!
Ben: Niye?
Zeynep: Ya ayıp bişi çıkarsa?
Ben: Kaç yaşındasın Zeynep sen? Dokuz mu?
Zeynep: Öyle deme ama, şimdi elin günün içinde olmadık bişeyle karşı karşıya kalmayalım.
Ben: Tamam, ayıp bişi çıkarsa kalkarız. Tamam mı? Rahatladın mı?
Zeynep: Söz mü?
Ben: …………
Ayıp bir şey çıkmadı şükürler olsun ki. Ancak bu kez de tutucu Türk kadını (Zeynep yani) sıkıldı.
Zeynep: Bu ne ya? Perde açılıyo kapanıyo, bu mudur?
Ben: Ben daha senle bir yere gitmem valla. Bütün sanatsal duygularımı körelttin, ben şimdi burada edindiğim hissiyatı “bir sismograf gibi kaydedecektim”, senin yüzünden olmuyor işte
Zeynep: Sen de iki satır yazı yazdın diye kendini Kerime Nadir falan sanmaya başladın iyice valla.
Ben: Git beni aşağıda bekle, yoksa ben de aynı buradaki sanatçılar gibi “pasif bir tanık olmaktan” vazgeçip sana doğru “dışavuracam” bak!
Zeynep: İyi, acıktım ben, Kızılkayalar’da buluşalım o zaman.
Ben: Oradaki yiyecekler sarımsaklı ama.
Zeynep: Sanatın mı etkileniyor sarımsak yiyince?
Ben: Git ya. Nereye gidiyorsan git.

Enteresan bir sergiydi kabul etmeliyim. 10 bilemedin 15 parça (saymadım) malzeme için çıkışta bir kitapçık verdiler ki aman yarabbi. Louvre Müzesi kataloğu gibi. 100 sayfa anlatmışlar ama dememişler ki 100 sayfa ne anlatıyoruz, herşey toplasan çarpsan 40 metrekarenin içinde.

Bu sergi broşürü/kitapçığı hazırlama insanlarının hayranıyım gerçekten. Biz de kendimizi yazı yazıyor falan sanıyoruz ya, hikâye. Santral İstanbul’da Ekim ayında düzenlenen Martin Parr Sergisi’nde de aynı şeyleri hissetmiştim. Gençler bir yazmışlar, zannedersiniz sosis yiyen adam resmine değil Kaplumbağa Terbiyecisi’ne bakıyorsunuz. Bir şey bu kadar mı süslenir. En basit şeye bile bu kadar mı çok anlam yüklenir. Olacak şey değil.

Zaman zaman düşünüyorum da, ne büyük hata yapmışım diyorum. Özgeçmişimi kendim yazmasam da paraya kıyıp bu “broşür hazırlama insanları”ndan birine yazdırsaymışım, tepemde “ev kadını” değil kim bilir ne yazıyor olurdu? Hatta abartıp, aynı Metamorfoz kitapçığında olduğu gibi, hem İngilizce hem Fransızca yazdırsaydım acaba Selçuk Tepeli “hayata basit bir şekilde tanıklık etmeyen” sanatçı kişiliğimi farkeder miydi? Dergiye benden önce kitapçığım gitse Selçuk Bey’in asistanı bana “niye geldin yine” diyebilir miydi?

Sergiden kafamda tüm bu sorularla ayrıldım. Hem edebiyat hem de sanat dünyasının beni içine almamak için çırpınışını düşündüm.

Yine de sarımsaklı hamburgeri yemedim.