EŞYALARIN HAFIZASI

Eşyaların hafızası var sevgili okur ve ben bunu tatsız bir şekilde öğrendim.

 

O zaman henüz gençtik. Oturacağımız evi seçmeye çalışıyorduk. Beğendiğimiz evin içini gezmek istedik. Emlakçı ile buluştuk, eve gittik. Salona girdiğimizde hem emlakçı hem biz duvara baka kaldık. Duvarda gazlı kalemle “Biz bu evde çok mutluyduk baba, bunu bize neden yaptın?” yazıyordu. Yazı bir çocuğa ait gibi görünüyordu…

 

Emlakçı hemen kendini toparladı. Problemli bir boşanmanın arkasından mal sahibinin (babanın) evi satışa çıkardığını söyledi. Yıllar yıllar önceydi (bu artık kanunen yapılamıyor sanırım), biz daha gençtik, çocuğumuz yoktu ama o çocuğun yazısı içime oturmuştu. O gün eşyaların bir hafızası olduğunu hissettim. O evde yaşanan her şey, kavgalar, tartışmalar, çocuk… Her şey duvarlara, yerlere, pencerelere sinmişti. Hani eskilerin “ah’lı mal” dediği şey. Mutlu günler de yaşanmıştı illaki ama acı sanki daha kıvamlı, daha kokulu olduğundan mıdır nedir, hep daha kalıcı değil midir?

 

Biz o evi almadık tabii. Muhtemelen emlakçının ilk işi de duvarı boyattırmak olmuştur. Sonra sonra, zaman içinde, eşyalara uzun uzun tutunmamak gerektiğine dair yazılar okudum. O yüzden sevmem mesela ikinci el eşyaları ya da ne bileyim, antikaları. Kimsenin yaşanmışlıklarını –iyi ya da kötü fark etmez- yanımda yöremde istemem. Çünkü bana iyi gelip gelmeyeceğini bilemem. Ben hiç anılanmamış eşya severim bu yüzden. Dokunduğum şeyin bana iyi gelmeyeceğinden çok korkarım.

 

Bu hafta sana benim düzenli olarak yaptığım sana da önereceğim bir şey söylemek istedim sevgili okur. Ben belli aralıklarla her şeyi atarım. Atarım…

 

Perdeleri, koltukları, tabakları, nevresimleri, bardakları, örtüleri, yastıkları, elbiseleri… Ufak tefek de olsa illa tadilat yaparım, kırar yine yaparım, söker yine yaparım. Mesela ağır bir hastalık geçirmişsem o dönem giydiğim geceliği atarım. Bir yakınım öldüyse o gün kullandığım fincanı, bardağı atarım. Atmadığım, sakladığım şeyler de var tabii. El işi örtüler falan. Onları da zaman zaman gözümün önünden kaldırırım. Kaldırırım iki sene, üç sene kullanmam. Sonra yine çıkarırım, kuru temizlemeye yollar öyle kullanırım. Mutsuz olduğum zamanlardaki nevresimleri, sabahlıkları atarım. O sabahlığı giyip yine benzer bir gün geçirmek istemem. O sabahlığa her dokunduğumda o günü tekrar yaşamak istemem, dolayısıyla yok ederim.

 

Yazık günah değil mi diyebilirsin, değil. Birilerine verdiğim de olur, paldır küldür attığım da olur. Hatta bazen o kadar hızlı atarım ki arada yanlışlıkla atılmayacaklar da gider.

 

Eşyaların hafızası var ve kötü enerji emmiş, vantuzlamış, üzerine kötü, mutsuz, yaralı, sıkıntılı enerji sinmiş hiçbir şeyi etrafımda tutmayı sevmem. Yok efendim “mutsuzluklar da hayatın içinden bıdı bıdı” hadi canım ordan!

Atın gitsin!

Sizi mutsuz eden, yoran, bunaltan, ağzınızın tadını kaçıran eşyayı da insanı da atın gitsin. Hiç arkanızı dahi dönüp bakmayın. Sizi bunalttı mı? Niye hayatınızda o halde? Ne hakla? Bu halı da olsa, arkadaşınız da olsa, akrabanız da olsa, abajur da olsa… Sizi mutsuz edeni atın gitsin.

Annem der ki; ‘onu at bunu at, cenazeni kim kaldıracak?’

Bu ülkede en güzel çalışan kurum cenaze işleri. Kimsenin ölüsü ortada kalmıyor rahat olun.

Size bir sır vereyim mi? Dünyanın en şahane insanı ölüyor mesela. Evinde yemeyen, içmeyen, yatıp kalkmayan, sofrasında oturmayan kalmamış oluyor. Gelin ettikleri, okuttuğu, yedirdiği, giydirdiği, doyurduğu… O kadar çok insana eli dokunmuş, öyle iyilikleri olmuş biri mesela. Sorsan herkes bayılır. Vefat ettiğinde yaz tatiline denk geliyor mesela. Herkes bir yerlerde, tatilde…

Bu işler böyle.

İstersen tüm şehri sırtında taşı, nasipten ötesi olmuyor.

O yüzden atın gitsin!

Sizi mutsuz eden, canlı cansız hiçbir şeyi yanınızda yörenizde tutmayın. Arada değişiklik iyidir eşyaları, aksesuarları sık sık değiştirin.

Sosyal çevrenizi de istediğiniz gibi, o dönemki ruh halinize göre güncelleyin. Şöyle ferah ferah oh… Mis gibi…

Pırıl pırıl, ferah bir hafta dilerim.